16 Mart 2009 Pazartesi

Karayip Esintisi

Karayip’lerde olmak dünyanın her köşesinde bilinen klişeleri çağrıştırır. Diyelim ki haftaya İstanbul’a dönünce uzun zamandır görmediğimiz bir tanıdığa rast geleceğiz ve geçtiğimiz haftayı Karayip sahilinde geçirdiğimizi söyleyeceğiz. İlk söyleyeceği şey “Valla bu kriz döneminde en iyisini yapmışsınız!” olur. “Bu” kriz dönemi söyleminin felsefi açılımını daha sonraya bırakarak Karayiplere dönelim biz şimdilik.

Cam göbeği berrak sular, palmiyelerin gölgesi, buzlu bardaklarda servis edilen kokteyller, uzaklardan gelen kalipso ritimleri ile şezlong ya da hamaklarda uzanmış, dertleri, tasaları geride bırakmış bir hayat, değil mi, Karayip’lerin çağrıştırdığı? Böyle olmasa insan rahatını bozup bu kadar yol zahmetini neden çeksin ki?



6 haftaya yakındır Venezuela’dayız. Bu kadar uzun bir süre evin ve alışılmış düzenin konforundan uzak, 2-3 günde bir kah otobüs, kah hurda sınıfından 74 model bir Chevrolet Nova ile 3-4 saatlik yolculuklarla o şehirden bu şehre atlayarak bu ülkeyi dolaşıyoruz. Karmakarışık otobüs terminallerini, tarifesiz taksiler ile pazarlığı, kalitesi ve konumunu önceden bilmediğimiz otel veya posadalarda gecelemeye alıştık. Artık bu ülkenin halkı gibi hareket edebiliyoruz. Alışmış olmanın verdiği rahatlıkla, Orinoco deltasındaki doğal ortamı arkamızda, biraz da istemeyerek bırakarak Venezuela’nın Karayipler sahilinde birkaç şehir ve kasabayı gezelim, bu havayı soluyalım dedik.



Kitle turizminin olmadığı, turizm altyapısının zayıf olduğu bu ülke aslında en çok da bu sebepten çekici bir hedef. Ama ortalama turist için ise ülke içi ulaşımın zahmetli olması, hizmet kalitesinin alışkın olduğu Prag-Viyana-Vendik-Barcelona turlarındakine pek benzememesi, şehirlerin pek de temiz olmayan görüntüsü ile Venezuela uzak bir ülke.

Biz ise artık bu iklime alışmış olmanın rahatlığı ile deltadaki son sabah keyfimizin ardından önce 2 saatlik bir nehir yolculuğu arkasından 3er saatlik dolmuş-taksi yolculuğu ile 400 km uzaklıktaki Karayip sahiline geliyoruz. Aklımızda bu sular için mevcut klişelerin hiç biri yok, çünkü artık Venezuela’yı tanıyoruz. Yaratılmış bir arzu olan konfor ihtiyacını hissetmeden de bu suların keyfini çıkaracağız.

Birkaç gün değişik şehir ve kasabalarda konakladıktan sonra 3 gün geçirmek üzere geldiğimiz Santa Fe balıkçı köyü Mochima Ulusal Parkı içinde. Bu sular doğal zenginlikleri ile tanınıyorlar ve sualtı meraklılarının sevdikleri köşelerden biri.. Bizim ise hedefimiz sadece havayı solumak ve denizden gelen esintiyi hissetmek.
Kaldığımız posadanın fiyatı gecelik 11 USD civarı. Köyün balıkçıları ise her sabah av dönüşünde 150 metre ilerdeki meydanda yakaladıkları balıkları aracılara satıyorlar. Çevre balık artıkları, su birikintileri, çöpler ve köpeklerle dolu. İnsanlar rahatsız olmadan bu doğal ortamda günlük işlerini görüyorlar. Her köşeden Latin ritimleri, yağda kızarmış empanada kokuları, gülen, eğlenen insan sesleri geliyor. Hijyen bağımlısı Avrupa insanı için pek rahat bir ortam değil.

Ama biz ortalama bir kumsalı olan bu köyde çok rahatız. Kumlar üzerine masa atmış kafede buz gibi papaya suyu ile kahvaltı ediyoruz,. Akşam çardak altındaki lokantasında bu yörenin en lezzetli balığı olan “catalana” yiyoruz. Etinin lezzeti biraz mercan, çipura karışımı gibi. Zaten kendi de mercana benziyor. Bir sabah motorlu sandal ile yarım saat ötedeki bir adaya gidiyoruz. Küçük kumsalında neredeyse tek başımıza bir gün geçiriyoruz, tabii ara sıra ziyaretimize gelen iri iguanaları saymazsak. Bu sevimli sürüngenler kim bilir kimleri dehşete uğratır, rüyalarına girerdi? Halbuki doğal ortamlarında onlarla olmak insana değişik bir güven duygusu veriyor.

Posadanın sahibi, 83 yaşındaki edebiyatçı Jose Vivas. Ara sıra onunla sohbet ediyoruz. Ülkesinin bu fakir, sakin ve güzel köşesinde olmaktan çok mutlu. Burada ne yapılır diye sorduğumuzda verdiği yanıt, burada hiçbir şey yapılmaz, denizi seyredersiniz, oluyor. Bizim de arzumuz buydu zaten. Karayiplerin ılık, nemli havası bizi içine çekiyor, insanoğlunun doğasında olan hiçbir şey yapmadan vakit geçirmeyi keşfediyoruz.
Varsın odamız karanlık, yataklarımız sert, havlularımız yırtık olsun; sıcak suyumuz olmasın, kumsalda yanımıza köpekler gelip otursun. Şehirli hayatımızda alışılan konforun ne kadar sanal olduğunu bir kez daha yaşıyoruz burada. Neşemiz ve gezme arzumuz daha da artıyor.


İstanbul’a dönüşte herkesin bizi “kriz” türküleri ile karşılayacağını biliyoruz, internet sağolsun!. Uzaklardan bakınca insan krizin nerede olduğunu daha iyi görebiliyor. Derinine inmeden, herkesin krizinin farklı olduğunu, kimininkinin kuyrukluyıldıza benzediğini ve dünyasına teğet geçtiğini, kimininkinin ise davetsiz misafir gibi evinin baş köşesine kurulduğunu görebiliyoruz.
Krizi kuyrukluyıldıza benzetenin şu 4,5 milyar yaşındaki dünyamızın 7 günde kurulduğuna, ve kendi atalarının birbirlerine Adem’ciğim, Havva’cığım diye seslendiklerine inandığını biliyoruz. Onun dünyasında krizler olmaz..
Krizi evinin baş köşesinde konuk eden ise aslında halinden memnun, çünkü bunu değiştirmek istemiyor.O bu dünyaya problem çözmek için geldiğini sanıyor ve “her krizi bir fırsat” olarak görüyor. Bu şekilde gelecek krizlere yatırım yapıyor bu günlerde.


Hikayelerimizi her şeye rağmen buraya kadar izleyebilenler için şu “küresel finansal krizin” Karayiplerden nasıl göründüğü hakkında hemen aşağıda küçük bir armağan videomuz var.

Şu anda bulunduğumuz Puerto La Cruz’un denizin yumuşaklığını getiren ılık rüzgarları ise bize çok iyi geldi. Acaba Brezilya’da hayat nasıldır diye de bir merak uyandırdı aynı zamanda. Ne de olsa ritimler benziyor birbirine!

9 Mart 2009 Pazartesi

Orinoco Deltasında 3 Gün

Orinoco nehrinin 200 km’ye yayılan deltasını bir gün görebilmek hangimizin çocukluk hayallerini süslerdi, bilemem. “Hayaller”i geride bıraktığımız bu gezide ise biz dünyanın en çok su taşıyan ikinci nehri olan Orinoco civarındayken henüz uygarlığımızın tam olarak ele geçiremediği deltasını kendi açımızdan keşfetmek için heyecanlıydık. G.Amerika kıtasının kuzey bölümünün neredeyse tüm sularını Atlas Okyanusuna taşıyan Orinoco’nun deltası Belçika büyüklüğünde (durağan ve sıkıcı Avrupa’yı anmadan edemedim!) bir alanı kaplıyor. 2150 km uzunluğundaki Orinoco denizden 150 km kadar önce 20 ana, 200 kadar da daha küçük kola ayrılarak bu geniş, ormanlarla kaplı deltayı oluşturuyor.

Deltada karayolu ile ulaşım çok kısıtlı. Ulaşım daha çok motorlu tekneler ile yapılıyor
Benzin neredeyse bedava olduğu için motorlar çok güçlü. Tekrar edeyim, benzinin 100 litresi 2 lira 20 kuruş!
Delta halkı sayıları 25.000 kadar olan bu toprakların yerli halkı Warao’lardan oluşuyor. Warao’lar. Yerliler, yani İspanyolca deyişiyle ile “indigenas”, bizim ise hala çağdışı söyleyişimizle “kızılderililer”, bu toprakların asıl eski insanları. Ne Warao’ların derileri kızıl, ne de tarihin herhangi bir döneminde Amerika kıtasında derisi “kızıl” olan bir halk yaşamış. Bu bize dünyanın “gringo” gözü ile tanıtılmasından kalan bir miras. Nitekim bundan 25 yıl önce bir başbakanımız Red Kit okumakla övünürken, bugünlerin dayısı bir başka başbakanımız gringo’lara danışmadan adımını atmıyor. Latin Amerika Türkiye’ye öyle uzak ki!

Birkaç gündür kaldığımız Ciudad Bolivar şehrinden dolmuş-taksi ile 200 km uzaktaki Tucupita şehrine geldik. Burada, nehir kıyısında, Ciudad Bolivar’dan ayarladığımız rehberimiz Robin bizi bekliyordu. Tur ücretini hemen oracıkta Robin’in eline tutuşturduk. O da bizim 3 günlük yiyecek içeceğimizi almak için markete koştu hemen. Bir süre sonra gerekli erzak ve de iki şişe iyisinden Venezuela romu ile geri döndü.
Robin’in teknesi 8 kişi kadar alabilen kayık irisi bir tekne. Ama arkasında 2 tane 40ar beygirlik motor var. Saatte 35-40 km yapması kesin. Tüm eşyalarımızı naylon torbalara sarıp tekneye yükledik. Hava kapalıydı ve yolda yağmur da atıştırmıştı. Ama bu başımıza gelecekleri tahmin edebilmemiz için yeterli değildi, sonradan anladık.

Teknede 4 sıra var. Biz öne oturduk, bizimler birlikte bu yolculukta bulunacak olan Alman çift ise arka sıramıza geçti. Tekne motorların gücüyle hemen hız kazandı ve sürati hissettik. 5-10 dakika geçmişti ki ilk yağmur damlaları başladı. Ilık havada ne güzel de yağıyor derken yağmur şiddetlendi. Ha şimdi durdu, duracak derken 2 saate yakın yağmur altında yol aldık ve teknenin sürati de azalmadı bu arada. Kalacağımız yere vardığımızda donumuza kadar birkaç kere ıslanacak kadar su yemiştik.
Yol boyu sağımız solumuz ormandı. Türlü çeşitli palmiyeler, iri yemyeşil yapraklı tanımadığımız ağaçlar, su içinde yüzen bitkiler ile şimdiye dek yaşamadığımız bir ortamdaydık artık.

Bizim gece konaklayacağımız odanın tavanı bambu ve palmiye yaprakları ile örtülü, cam yerine sineklik var. Yataklarımızın üzerinde ise cibinlik. Bol yağmur alan bu bölge haliyle sivrisinek ve benzeri yaratıklar ülkesi. Her ne kadar yanımıza muhtelif sinek kovucu aldıysak da cibinlik en iyi çözüm. Tuvaleti var ve bir hortumdan akan su ile duş da yapılabiliyor. Kalacağımız yer bir Warao ailesine ait. Ziyaretçiler için 6 odası var. Kendileri ise yüksek bambu tavanlı, 8x15 metre boyutlarında yeri taş döşeli alanda gece hamaklarını ve cibinliklerini kurup uyuyorlar, 3 metre yanlarında usul usul akan Orinoco’yu dinleyerek.

Saat 2 civarında “kampımıza” sırılsıklam varmıştık. Kuru giysiler giyip biraz dinlendikten sonra hafif bir yemek yedik ve tekrar tekne ile yola koyulduk. Nehrin bu bölgesinde irili ufaklı kanallara girip çıkarak dolaştık, suyun kenarında bir duvar gibi yükselen ormana hayranlıkla baktık, içlerinden gelen türlü hayvan seslerini dinledik. Su kıyısındaki yerleşimleri yakından gördük..

Warao’lar su üzerinde ahşap direkler üzerinde kurulu “ev”lerde yaşıyorlar. Bu “ev”ler dört tarafı açık, yüksek bambu çatılı geniş sundurmalar. Geceleri burada hamaklarını ya da yer yataklarını kuruyorlar, gündüzleri de burada yaşıyorlar. Hemen suyun üzerinde kurulu oldukları için sıcak hava ve ormanın neminden etkilenmeyen pratik yapılar.Bu insanların geleneksel besinleri ormandaki değişik bitki ve ağaç kökleri ile balıklar.




Ama “uygarlığın” buraya kadar ulaşması ile bildiğimiz tür yiyecekler de artık sofralarını süslüyor.








Elektrik günde birkaç saat jeneratörlerle sağlanıyor. Her evin motorlu bir teknesi var. Chavez’in reformları buralara kadar yolunu bulmuş, sadece deniz yolu ile ulaşılan bu yörelerde okul da var. Ama sağlık sorunları da “uygarlıkla” birlikte Warao’lara da ulaşmış. Modern hayatımızın virüs ve bakterilerine karşı bağışıklıkları pek yok, o yüzden bilhassa solunum yolu hastalıkları, verem vb. yaygın.

Akşam yemeği basitti, ama kocaman ve yüksek tavanlı yemek salonunda yemeğimizi solgun ışıklar altında yerken aldığımız lezzeti herhalde değme lüks ortamda alamazdık. Saat 9 gibi jeneratör kapanınca ormanın seslerini daha net dinleyebildik. Bambaşka bir duyguydu. Yorgun argın yattığımızda bu seslerin bir ninni gibi geldiğine çok kimse inanmayacaktır, ama gerçekten öyleydi. Çatlak sesli papağanlar, net ötüşlü tukanlar, uluyan maymunlar bizi uykuya uğurladılar. Sabaha karşı bizi uykumuzdan uyandıran da yine ormanın bu sesleri idi. Orinoco ise aynı sessizliğinde akmaya devam ediyordu.

Deltada yapılabilecek en zevkli şeylerden biri yağmur ormanının içine kano ile yapılacak gezinti. Gezinti tabii lafın gelişi, yoksa olayların gelişimi pek gezinti tarifine uymayacaktı bizim için. Tekne ile 1 saat ilerideki bir yerleşim yerine gitmiştik. Burada nehir boyuna sıralanmış 7-8 hane sanki bir köy oluşturuyordu. Hava güzel, bulutlar zaman zaman güneşi örtüyor, sıcağı fazla hissetmiyorduk. Tekneyi yanaştırıp çardağın altında gölgeye çekildik ve çevreyi izledik bir süre. Kadınlar çamaşır yıkıyor, çocuklar nehirde yüzüyor, ihtiyar bir usta çardağın çatısını bambu çubuklar ve kurumuş muz ağacı yaprakları ile onarıyordu.








Bir süre sonra İspanyolcası kıt bir genç bizi kanoya çağırdığında biraz tedirgindik. Ağaçtan oyulmuş bu eski kanoya dört kişi ve rehberimiz binecektik. Nasıl dengede duracağını da kestiremiyorduk. Eni 70 cm kadar olan bu kanonun 3 metre kadar da boyu vardı ve su hizasında gidecekti. Tedirgin bir şekilde birer birer bindik. Kano biz biner binmez su almaya başladı.






Küçük tahtalar üzerinde dizlerimizi iyice yukarı çekerek oturduk. Belli ki bu kanolar buraların nispeten ufak tefek insanlarına göreydi. üstelik bizimki anlaşılan ekonomik ömrünün de sonlarındaydı. Tahtanın aralarından sular giriyor, su giren deliklere daha önce yamalanmış olan kumaş parçaları işe yaramıyordu. Soley ve benim elime iki plastik kap tutuşturuldu ve biz bir yandan dengede durmaya çalışırken bir yandan da hızla kanoya dolan suları boşaltmaya başladık. Yanımızdan yüksek hızla geçen tekne olursa bunun dalgaları kanomuzun içindeydi. Tüm giysilerimiz sırılsıklam oldu. Benim çizmelerimin içi suyla doldu. Halbuki yerli rehberimiz çıplak ayak ve bir şortlaydı. Ortada bir tuhaflık olduğu çok açıktı. Ben de çıplak ayak ve şortla gelmediğime pişman oldum.
Batmamak için tüm gücümüzle suları boşaltarak 1 metre genişliğindeki bir kanaldan cangılın içine girdik. Sanki birden hamama girmiş gibi olduk, burası o kadar nemliydi. Bir yandan da sinekler uçuşmaya başladılar çevremizde. 500 metre kadar sessizce yol aldıktan sonra yanaştık ve balçığa çıktık. Sürekli yağan yağmurlar ormanın zeminini balçık haline getiriyor. Bu yüzden de çizmelerimize güveniyorduk. Önde rehberimiz ormanın içlerine doğru yürümeye başladık.
Hayatımızda ilk kez bir yağmur ormanının içinin nasıl olduğunu anlamaya başlıyorduk. Sessizlik, ağaçlardan damlayan sular, yerdeki örümcek ve diğer canlılar, ara sıra önümüzden uçan çok renkli kelebekler, iri böcekler ile hayran olunmayacak gibi değildi. Kullandığımız sinek kovarlara rağmen bazı haşarata yem olmaktan da kurtulamadık. Ormanın gerçeği böyle, ne yapalım? Bir süre sonra alıştık ve bu ortamın keyfini çıkardık. Sivrisineklere bile aldırmıyorduk neredeyse. Rehberimiz ormandaki değişik bitki ve ağaçların kullanım yerlerini anlattı bize. Elindeki geniş bıçak ile bitkileri yara yara ilerliyordu. Birkaç kez bataklığa gömülme tehlikesi atlattık.

Çizmelerimiz ve giysilerimiz balçık olmuştu. Rehberimiz kanoyu, yeni kumaşları aralık yerlere sokarak onardı ve gerçekten de dönüş yolumuzda kano daha az su aldı. Belki biz de tecrübe kazanmıştık biraz. Su seviyesinde kayar gibi hareket etmenin tadını çıkararak Warao’ların köyüne döndük. Burada iki saat geçirdik, hafif bir yemek yedik. Çamaşır yıkayan, balık ayıklayan kadınların fotoğraflarını çektik.














Gölgede dinlenirken buralarda alışıldığı gibi rom içtik. Çevredeki dinginlik keyif vericiydi. Hemen önümüzden nehir sessizce akıyor, arkamızdan kuş sesleri geliyor, ara sıra bilemediğimiz böcekler uçarak ziyaretimize geliyordu. Birden uygar dünyayı kasıp kavuran “ekonomik kriz” aklımıza geldi.Gülümsemeden edemedik. O kadar gerçek dışıydı ki.
İnsanlığın kendi yarattığı sorunları ne kadar büyük bir zevkle yaşadığının bir kez daha farkında olduk burada. “Uygarlık” dediğimiz şey sorunları önce yaratmak ve sonra da “çözmek” üzere kuruluydu. Deltadan ayrılırken arkamızda neyi bıraktığımızı çok iyi biliyorduk.

1 Mart 2009 Pazar

Los Llanos’ta 4 Gün




Bir tarafta yükseklikleri 5000 metreye ulaşan sıradağlar ve yılın 7-8 ayı süren yağmur mevsimi, dağlardan doğuya doğru uzanan geniş düzlükler diğer tarafta. Bu birleşim Türkiye’nin neredeyse üçte ikisi büyüklüğünde bir alanı kaplayan Los Llanos’u (okunuşu Los Yanos) dünyanın en sulak bölgelerinden biri yapmış. 4 ay süren bu kuru mevsimde bile bu bölgede yüzlerce akarsu büyük Orinoco nehrine doğru su taşıyor.

Yağışlı mevsimde dev bir sulak alana dönüşen Los Llanos ilginç hayvanları ve dünyanın en çok çeşit kuşunun bulunduğu bölge olmasıyla da tanınıyor. Venezuela’nın “kovboy” bölgesi olarak büyükbaş hayvan yetiştiriciliğinin de merkezi. Çok düşük nüfus yoğunluğu, altyapının yaygın olmaması nedeniyle de şehirlilerin “doğa cenneti” olarak tanımladıkları yerlerden biri aynı zamanda. Bize göre ise “cennet” özelliği “uygarlığın” buraya pek ulaşmamış olması ile daha kolay açıklanabilir. Elektrik günde birkaç saat var, televizyon yok, internet bağlantısı, dolayısıyla Facebook ya da Messenger yok, cep telefonu yok, sıcak su yok… Var olanlar ise bunlardan daha fazla ve belki daha ilginçti doğrusu.

And dağlarının 1560 metre yükseklikteki Merida şehrinden 10 saatlik bir yolculuk ile vardığımız Ramon’un “çiftliği” birkaç basit tek katlı binadan oluşan bir yer. Ramon’un yüzlerce, belki de birkaç bin dönüm arazisi var, ama yine de buraların büyük toprak sahiplerinden değil. Birkaç yüz sığırı var, ve yırtık pantolon ile geziyor. Bu arazilerde büyükbaş hayvan yetiştiriciliğinden başka bir şey -iklim ve toprak yapısı nedeniyle- yapılamıyor. Binlerce kilometrekarelik bu arazilerin sahiplerini kendilerini doğa koruyucuları olarak görüyorlar. Gerçekten de dünyanın doğal bakımdan en değerli bölgelerinden biri Los Llanos. Kimi hato’lar (burada çiftliklere verilen ad) aynı zamanda konforlu birer otel gibi işlev görüyorlar ve kendi arazilerinde turlar düzenliyorlar.

Bizim Ramon ise tam bir kırsal bölge insanı, neşeli, rahat ve gamsız. 20 yaşlarındaki oğlu Juan Carlos ve başka bir genç arazideki gezilerde bize rehberlik yapıyorlar. Büyük bir pikap tipi kamyonetleri var, her sabah debriyaj arızası için altına yatıyorlar, daha sonra araziye çıkıyoruz.


İlk akşam vardığımızda tam günbatımı idi, yarı karanlıkta çevredeki hayvanların sesleri, havanın ılıklığı ve çevredeki dinginlik bize başka bir dünyaya geldiğimiz izlenimini verdi. Hamaklarımız sekizgen büyük bir oda içerisindeydi.


Bu odada bizimle birlikte buraya gelen bir Avusturyalı çift ile kalacaktık. Odada hamaklardan başka hiçbir şey yoktu. Hamakta uyumak konusunda eğer bugüne dek romantik bir hayalimiz varsa bu andan sonra hayal yerini gerçekliğe bırakacaktı. Çünkü hamaklar romantik hayalleri süslediği kadar rahat uyuma yerleri değil. Ama yine de günün yorgunluğu ile kendimizi hamağın içine bıraktık. Düz yatakta uyumaya alışkın bizler için zor bir ilk geceydi.












Aslında fena da uyumadık, ama sabaha karşı çıkan serinlik, pencerelerinde cam yerine sineklik bulunan odamıza dolunca üşüyerek uyandık. Üzerimize bir örtü gerektiğini anladık, ama Ramon’un yerinde herhangi bir örtü, çarşaf benzeri bir şey olmadığı gibi, havlu falan da yoktu. Bunları yanımızda getirmemiz gerekirdi, ama taşımak istememiştik.





Sabah altı buçuk gibi kalktık ve çevremizde yankılanan binbir türlü kuş sesini dinleyerek çalılıkların içine daldık. Ramon’un arazisinden geçen bir nehir tam Ramon’un evini kurduğu ve bizim kaldığımız yerin önünde kıvrılarak büyükçe bir gölet yapmış. Bu gölette suyun içinden parlayan gözleri ile cayman’lar bize bakıyorlardı.Cayman, boyları en fazla 3 metreye kadar ulaşan nehir timsahlarına verilen ad. İnsanlara ve iri hayvanlara saldırmıyorlar, daha fazla balık ile besleniyorlar. Biz bu hayvanları izlerken bir grup capybara su içmeye geldi. Bunlar buraya özel, dünyanın en büyük kemirgen hayvanları, 60 Kg kadar olabiliyor büyükleri. Bir tür pek iri sıçan yani. Gölette sabahın 7’sinde bunlar olurken irili ufaklı, bir çok çeşit kuş da oradaydı. Ya suyun içinde balık, solucan avlıyorlar, ya da ağaçların üzerinden dünyayı gözlüyorlardı.





Los Llanos’un özelliği bir çok değişik hayvana ev sahipliği yapması. Anakonda yılanları, jaguar, bir tür iri vahşi kedi olan ocelot bunlardan bazıları. Ayrıca nehirlerdeki orijinal canlılar var. Dünyanın en eski canlılarından olan bir çeşit su kaplumbağası mata-mata’lar, nehir yunus balıkları ve de tabii piranalar. Evet, bu nehirler pirana kaynıyor. Sabah kahvaltımızı çevredeki canlılarla birlikte yaptık, onlar birbirlerine av olurken, biz Ramon’un karısının hazırladığı domatesli soğanlı omlet ve Venezuela’ya özgü arepa ekmeğini yiyorduk.İlk günkü programımızda nehri keşfetmek vardı. Nehir 10-20 metre genişliğinde 2-3 metre derinliğinde, sağımız solumuz sık ormanlık. Ağaçlarda yüzlerce, binlerce kuş; sahilde güneşlenmeye çekilmiş cayman’lar ve suyun içinde kaplumbağalar, yunuslar ve piranalar. Piranalar lezzetli balıklar, eğer tutmayı becerebilirseniz tabii. Oltanın ucuna -haliyle- et takılıyor. Genelde olta suya iner inmez bulanık suda görünmez olan piranalar eti yok ediyorlar. Tüm hareket 3 saniye sürmüyor. 1 saat uğraşıp 3-5 piranadan başka bir şey tutamadık. Açıkçası yakaladığımız balıkları dişlerini de görünce bu uğraşı fazla devam ettirmeyelim dedik. Ramon’un yerinde 3 günümüz cip ile sulak bölgelere gidip kuşları izlemek, anakonda ve dev karıncayiyenleri aramak, ata binip orman içinde dolaşmak ve akşamları gün batımını izlemekle geçti.



Gece soğuk biramızı içerken bizi ziyarete gelen vahşi ocelot ile oynadık. Jeneratör kapatılıp 3-5 kısık ampulün aydınlığı da kaybolunca gökteki yıldızların çokluğuna ve yaydıkları ışığa şaştık. 4 günün sonunda Los Llanos’tan ayrılırken içimizde sanki burada yeteri kadar vakit geçirmediğimiz hissi uyanmıştı. Sanki aslında yokluğun zenginlik demek olduğunu anlamak üzereydik.
Posted by Picasa

18 Şubat 2009 Çarşamba

Chavez'le Devam


Uh! Ah!
Chavez no se va!

15 Şubat gecesi tüm Venezuela bu bu ritme tempo tuttu. Daha doğrusu Venezuela’nın bugünkü referandumda Si diyen %55 çoğunluğu.
Bizim deyişimizle, Hu - Ha, Çave no se va, yani kısaca Chavez Gitmiyor!

Belki referandumda oya sunulan konu çok önemli gelmeyebilir bize. Venezuela’da seçimle gelen her yönetici (devlet başkanı, eyalet valisi, milletvekili, belediye başkanı) sadece iki kez aynı göreve seçilebiliyordu. Referandumda bu kısıtlamanın kaldırılması oya sunulmuştu, %55 çoğunlukla kabul edildi. Üstelik Chavez karşıtı olan neredeyse tüm özel medya, büyük sermaye kesimi ve onların taraftarlarının tüm çabalarına karşın.
10 yıldır iktidarda olan Chavez ve partisi PSUV, Venezuela Birleşik Sosyalist Partisi, bu sürede ülkeye çok şey katmış. 20.yüzyılın neredeyse tamamı boyunca ABD güdümündeki baskıcı yönetimlerle idare edilen Venezuela, neredeyse Arabistan’ın şeyhleri kadar zengin petrol yataklarına sahip. Chavez öncesinde ülkenin petrol zenginliği on yıllar boyunca kuzeyin zengin ülkelerinin şirketlerince işletilmiş, elde edilen zenginliğin ülkede kalan kısmını da belirli bir sosyal sınıf arasında paylaşmış.

1998’de Chavez iktidara geldiğinde BM ölçütlerine göre Venezuela’da yoksulluk ve aşırı yoksulluk oranı %51’miş. 10 yıllık Chavez iktidarından sonra bu oran bugün -yine bağımsız kaynaklarca elde edilen verilere göre- % 28,5’a düşmüş. Petrol zenginliğinin yeniden paylaşımı ve bu arada bilhassa enerji sektöründe yapılan devletleştirmeler haliyle büyük sermayenin pek hoşuna gitmiyor. Dolayısiyle kuzey yarımkürenin zengin ve güçlü ülkeleri de Chavez’e pek sıcak bakmıyorlar. Örneğin geçtiğimiz hafta bir ABD milletvekili kendi parlamentosuna bir önerge vererek Venezuela halkının artık Chavez’den kurtulması gerektiği, ABD parlamentosunun da Venezuela halkının Chavez’in demir yumruğundan kurtulma mücadelesini desteklemesi gerektiğini bildiriyordu.




Venezuela’da basın ve televizyonlar ağırlıklı olarak özel sektörün büyük sermayesinin elinde. Ülkede Chavez’e en büyük muhalefet de medyadan geliyor. Üstelik dürüst haberciliğin yanından bile geçmeyen bir medya bu. En büyük destekçileri de yine kuzey yarımkürenin NY Times, Newsweek, The Economist, WSJ gibi “saygın” yayın organları.. Ama bu arada ülkemiz basının “amiral gemisi” olan gazetenin de Chavez’i bu referandum sonrası “diktatörlük yolunda” olarak göstermesi bizlerin bu konuda ne denli kıt bilgi sahibi olduğumuzu ve başkalarının süzgecinden geçmiş taraflı yorumlara ne kadar açık olduğumuzu gösteriyor.

Venezuela’da geçirdiğimiz -şimdilik- bu iki hafta bu ülkede diktatörlük olmadığını bize çok açık gösterdi. Belki Chavez -sosyalist- bir reform yapmak istiyor, belki ülkede bir yeniden bir paylaşım programı uyguluyor olabilir. Bunlardan zarar görecek kesimler veya bu siyaseti desteklemeyen önemli bir halk kesimi var . Ama diktatörlükten bahsetmek için art niyetli olmak gerekir bizce. Venezuela’da çok ciddi demokratik bir seçim sistemi var ve halk haklarını sonuna kadar kullanıyor. Nitekim 2 ay önceki yerel seçimlerde Chavez karşıtı bir çok vali ve belediye başkanı seçimi kazandı.. Bu referandumdan önce de Chavez sonuçlara kesinlikle saygı göstereceğini açık ve net tekrar etti.




Bu ülkedeki iki haftamız boyunca gerek Caracas’ta gerekse Merida’da hem Si, hem de No yanlılarının, bazen aynı meydan ve sokaklarda özgürce gösteri yaptıklarını izledik. Üzerlerine beyaz boya ile kocaman Si veya No yazılı binlerce , kimi yepyeni, araba gördük. Bir tanesine bile zarar verilmemişti.. Bu ortamda dikatörlük veya herhangi bir baskı rejiminden söz etmek açıklanabilir bir şey değil haliyle.
Burada izlediğimiz kadarı ile Venezuela dünyanın belki de en güçlü ve bağımsız seçim kuruluna sahip. CNE, yani ulusal seçim kurulu 1999 yılında yeni baştan oluşturulmuş. Devletin hiçbir organının güdümünde değil. Bilgisayarlarına kimse erişemiyor. Bu nedenle de Venezuela’da 10 yıldır seçimler, öncesi ve sonrası ile -hele bu kıta için- sakin ve dürüst geçiyor. Nitekim Chavez’in zaferinden sonra %45 gibi önemli bir rakam yüzde elde etmiş olan muhalefet sonuç hakkında herhangi bir itirazda bulunmadı.

Merida’da Chavez taraftarlarının kutlamalarını izledik. Belki Caracas’ta bu kutlamalar daha ateşli geçti. Ama Merida’da, yüzlerce arabalık konvoylara rağmen, kutlamalar bir Türk futbol takımının Avrupa’da üçüncü sınıf bir Norveç takımını eledikten sonra yapılacak kutlamalara göre durgundu. Bir iki havai fişek dışında silah atanı da görmedik!

Caracas’ta tanıştığımız Alman asıllı bir Venezuela’lı keskin bir Chavez karşıtı idi. Ve seçimlerde kendilerine şans dilememizi istiyordu. Üst gelir grubuna ait bu Caracas’lıya hak vermedik değil. Çünkü Venezuela’da suç oranları yüksek, sokaklarda güvenlik Caracas’ta geceleri sıfıra iniyor neredeyse. Ülkede enflasyon %30’larda seyrediyor. Ama bunların nedeni bize göre Chavez değil. 1998 öncesinde Venezuela 20 yıllık bir kaos dönemi geçiriyor ve özellikle yoksulluk o dönemde tırmanışa geçiyor. Bunun nedenleri de -tahmin edileceği gibi- 1989 sonrası uygulamaya geçirilen küreselleşme ve dışa açılma politikaları. Ama aradan 20 yıl geçtikten sonra o günleri hatırlamak zor tabii. Chavez ise burada ve kırmızı gömleği ile her yerden görülebiliyor; üstelik de sosyalizmden bahsediyor ve yoksul mahallelere para akıtıyor. Dolayısıyla sorumlu o!

Görünen o ki, Venezuela daha bir müddet mücadelesini sürdürecek. Petrol fiyatının düşmesi orta vadede Chavez’i zorlayacak. Ama şimdilik kutlamalar sürüyor ve insanların çoğunluğu gelecekten yana umutlu. Üstelik sağ muhalefet de halkın çoğunluğunu ikna edebilecek bir politika seçeneği sunmuyor, bunun ötesinde güven de telkin etmiyor.

Yani, Il Commandante se queda!


Secim kutlamalarindan ilk goruntuler
Posted by Picasa






Posted by Picasa

16 Şubat 2009 Pazartesi

Merida


Venezuela’nın Merida kenti konum olarak G.Amerika kıtasının kuzeyinde And sıradağlarının başladığı yerde. Bu haşmetli dağlar hemen burada 5000 metrelere yükseliyorlar. Merida ise 1600 metre yükseklikte, sonsuz bahar kenti olarak anılıyor. Bunun nedeni tabii tropik enlemlerde olmamız. Ekvator ile aramızda sadece 10 derece var. Deniz seviyesinde 35 derecelerde olan sıcaklık Merida’da yıl boyu 25-26 derece civarında. Geceleri de 15 derecenin altına pek inmiyor.
Bu özelliklerini bilerek 18 gün kadar kalmak üzere Merida’yı seçtik.
Caracas’ta akşam yedide kalkan otobüsümüz sabah saat 9 civarı Merida otogarına girdi. Latin ülkelerinden daha önce de tanıdığımız gibi otogar şehir içinde ve sabah saatlerinin canlılığı yaşanmakta. Ülkemizden 10 bin kilometre uzaklıkta pek de yabancılık çekmedik dersek bilmem inandırıcı olabilir miyiz? Otobüsten iner inmez havanın yumuşaklığı içimizi ısıttı. Bunun en önemli nedeni bu ülkede şehirlerarası seferlerde otobüslerin buzdolabı ayarında soğutulması. Benzinin litresinin 3 Kuruş (gerçek 3 kuruş!) olduğunu unutmayalım. Rahat (bir sırada sadece 3 koltuk) koltuklarımızda bir de yünlü battaniye olsaydı yolculuk keyfimiz tam olacaktı yani!
Merida’ya indiğimizde kalacak yerimizi ayarlamamıştık. Çıkışta bindiğimiz taksiye elimizdeki rehber kitabımızdan beğendiğimiz bir posada’nın adresini verdik. 10 dakika içinde oradaydık.
Venezuela’da posada’lar pansiyon benzeri yerler. Bizimkinin güzel, bol yeşillikli bir avlusu var. Ahşap merdivenlerden ikinci kattaki odamıza çıktık ve yerleştik. Bize göre konforu tam olan (sıcak su, duş, rahatsız olmayan bir yatak, dolap, askı ve hatta minik bir buzdolabı) odamız, konaklama yerlerinde yıldız arayan ülkedaşlarımız için alternatifler arasına bile giremez tabii. Ama zaten onların da yolunun Merida’ya düşmeyeceği kesin :)



Merida’da amacımız 2 haftalık bir İspanyolca kursuna katılmak. Daha önceden 1-2 başvuruda bulunmuştuk. Pazartesi sabah 9’da posada'mıza yürüyerek 5 dakika mesafedeki kurs merkezindeydik. Bir saat sonra ise ilk dersimiz başlamıştı bile. İspanyolca ile olan aşinalığımızın bize bu iki haftayı eğlenceli bir şekilde geçirmemize yardımcı olacağını daha ilk günden anladık.
Saat 10-12 ve 14-16 olan ders saatlerimizin dışında Merida şehrini ve Venezuela toplumunu daha yakından tanımaya ayırdık. Şehrin bulunduğumuz bölümünde birbirini dik kesen sokakların oluşturduğu bloklar var. Doğu batı ekseninde 8 Avenida, kuzey güney ekseninde de 30 kadar Calle (sokak) var. Bloklarının bazılarının yerlerinde de yüksek ağaçları olan plaza’lar var. Halk buralarda toplanıp, sohbet ediyor, dinleniyor, dondurma yiyor, vakit geçiriyor. Biz de akşam üzerileri buralara gelip insanları izliyoruz. Sokaklar çok canlı ve yoğun araba trafiği var. (Benzin fiyatı!) Ama kimse bundan rahatsız gibi davranmıyor. Trafiğin çok yavaş akmasına rağmen hiçbir sürücünün bir diğerinin yolunu aldığını, aradan sızmaya çalıştığını göremiyoruz, üstelik genelde çift sıra yapacak kadar yol genişliği olmasına karşın. Farklı kıta, farklı adetler diyoruz.




Öğle üzeri ders arasında bir şeyler yiyoruz. Bazen bulduğumuz bir vejetaryen lokantada sebze ağırlıklı, bazen de lezzetini test ettiğimiz tavuk çevirmeleri menümüze alıyoruz. Merida’nın bir özelliği de Coromoto dondurmacısı. Burası 800’ü aşkın çeşidi ile Guiness Rekorlar kitabına girmiş. Herhangi bir günde 100-120 çeşit dondurma bulunuyor. Soğanlı, peynirli, patatesli, karidesli, ton balıklı çeşitler mevcut. Ama biz birkaçını tattıktan sonra daha makul çeşitlerde karar kıldık.
Merida aynı zamanda bir öğrenci kenti. 35 bin kadar öğrenci var. Bu da şehre ilave bir canlılık getiriyor.



Şehrin her iki yanında ormanlarla kaplı dağlar yükseliyor. Yoğun ormanlar tropik iklimin sonucu. Bu yükseklikte bile mandalina, muz bol bol yetişiyor. Posada'nın hemen yanındaki manavdan satın aldığımız muz, ananas, guayabana, portakal, papaya ve adını yazamadığım daha bir çok meyveyi günlük öğünlerimize katıyoruz.
Bu hafta şehirde referandum hareketliliği ile geçti. Evet’çiler ile Hayır’cılar arasındaki sınırlar çok belirgin. Ama herhangi bir gerginliğe de rastlamadık doğrusu. Herkes arabasının üzerine Si – No yazıp, uygun müziği de koyarak caddelerde dolaşıyor. Arabaların çalınan müzik konusu ayrı bir paragrafı hak ediyor. Bir çok araba kaliteli oparlörler ile donatılmış ve bu özelliklerini sonuna dek kullanıyor. Hatta bazısı bagaj yerine oparlör sistemi yerleştirmiş, bagaj kapağını da açıp hareketli bir disko olarak trafiğe çıkıyor. Çaldıkları müzik genelde salsa olduğu için rahatsız edici de değil. Farklı müzik türlerinin revaçta olduğu ülkelerde işkence haline gelebilecek bu olay Venezuela’da keyif bile verebiliyor.



Önümüzdeki haftayı da Merida’da geçireceğiz. Hafta sonu Feria del Sol var. Karnavalın bu şehirde kutlanma şekli bu. Neler göreceğiz tam bilemiyoruz, fazla ilgimizi çekmezse yola devam edeceğiz. Eğlenceli bulursak katılacağız.
Bu arada artık ispanyolcayı günlük işlerimiz için kullanabiliyoruz az çok. Bu da her şeyi daha eğlenceli hale getiriyor.

Posted by Picasa

9 Şubat 2009 Pazartesi



Neden Venezuela? Yanıtı olmayan bir soru. Ekvador ya da Kolombiya da olabilirdi. Diyelim ki gündemde şu sıralar daha çok adı geçtiğinden dolayı bu ülkeyi seçtik. Bir dahaki blog Ekvador, Namibya ya da Kamboçya’dan olabilir yani! Gideceğimiz ülkeleri seçerken hiçbir zaman neden sorusunu sormuyoruz. Her ülke için bir neden var çünkü. Belki kozmik bir sinyal bize sıradaki ülkeyi işaret ediyor kim bilir?




15 Şubat Pazar günü Venezuela’da bir referandum var. Halk aşağı yukarı ikiye ayrılmış durumda. 10 yıllık başkan Hugo Chavez’in taraftarları referandumda “Si” çıkması için var güçleri ile çalışıyorlar, çünkü bu durumda Chavez 2012 yılında yapılacak başkanlık seçimlerinde tekrar aday olabilecek. Bu karizmatik sosyaliste karşı aday çıkarmakta zorlanan sermaye sınıfı ise ülkedeki enflasyon ve suç oranlarındaki artışları Chavez’in aleyhine kullanarak “No” peşinde koşuyor.
Caracas’ın seçkinler mahallesi Altamira’nın hareketli meydanında evetçiler ile hayırcılar yan yana gösteri halindeler. Ama “evet” cephesinin sesi daha yüksek çıkıyor her zaman. Caracas’ın insanı çıldırtabilecek kadar yoğun trafiğinde her kırmızı trafik ışığı “evet”çiler için ellerinde pankartları ile bir gösteri fırsatı yaratıyor.




Caracas’ın trafiği Venezuela’yı anlamaya giriş çalışması için birebir. 5 milyon nüfuslu bu şehirde, ki bu nüfusun yarısının otomobil sahibi olabilmesi ekonomik nedenlerden dolayı mümkün değil, 2 milyon araç var. Venezuela bir petrol ülkesi. Petrol rezervleri şeyhlerinki ile yarışıyor. Benzinin litre fiyatı 11 yıldır sabit. Bugünkü serbest kur ile 1 litre benzin 3,2 kuruş. Biliyorum anlaşılması zor, o yüzden şöyle söyleyeyim: Orta sınıf bir arabanın deposu bu fiyatla İstanbul’da 1,6 TL’ye dolacaktı. Ya da başka bir deyimle Tanrı Türkiye’de niye petrol olmaması gerektiğini iyi biliyormuş diyebiliriz. Dünyanın en pahalı benzinin kullanan Türk insanı İstanbul trafiğini yaratırken dünyanın en ucuz benzinin kullanan Venezuela’lının Caracas’ın bu trafiğini yaratması çok olağan geldi bize. Aradaki fark çünkü –benzin fiyatındaki gibi- 200 misli değil! Ama Caracas’lı bu trafikten çok muzdarip ve şehir kesif bir ekzos gazı kokusu içinde yaşıyor, tüm o tropik yemyeşilliğine karşın.



4 Şubat saat 15 civarında Alitalia’nın Roma-Caracas seferi Karayip denizi üzerinden Maiquetia havaalanına doğru alçalırken bu bilgilerin bir kısmı yoktu henüz bizde. Belli bir tedirginliğimiz vardı. O da bu gezimizde ilk kez tüm paramızı nakit olarak harcama zorunluluğumuzdu. Bu gibi uzun seyahatlerde nakit para her zaman ağır bir yüktür, kimi zaman 8 bavula eşdeğer olabilir. Bu zorunluluğun nedeni Venezuela’da dolar kurunun sabit olması, ama ülkede yıllık %30 civarındaki enflasyon nedeniyle karaborsa dolar fiyatının resmi kur olan 2,15’in ikibuçuk katı olmasıydı. Yani resmi kur ile harcama yapacak olsak (kredi kartı veya ATM çekim) Venezuela bize son Japonya seyahatimizden 3 misli pahalıya patlayacaktı.


Alitalia beklentilerin tersine Maiquetia’ya tam vaktinde indi. Pasaport, gümrük işlemleri sorunsuzdu. İki küçük çekçekli çantamız ile dışarı çıktığımızda karşımızda bulduğumuz resmi elbiseli bir topluluktan güleç yüzlü bir siyahi bizim de onaylar şekilde bakmamızla yanımıza geldi ve para bozdurmak isteyip istemediğimizi sordu. Polis sanabileceğiniz bu insanlar aslında bavul taşıyıcılardı, ama sadece o işi yapmıyorlardı. Konuşa konuşa yürüdük ve pazarlık ettik. 1 dolara 3,5 Bolivar vermek istedi 4’de anlaştık. 200 dolar bozdurduk. Aslında biraz daha pazarlık mümkündü ama 20 saatlik yol sonrası gücümüz pek yoktu ve bir an önce otele ulaşmak istiyorduk. “Bavul görevlisi” bizi havaalanının resmi taksileri olan siyah Ford Explorer’lerin yanına kadar getirdi ve vedalaştık. Taksi fiyatı 170 Bolivar’dı ve pazarlık edilmiyordu. Caracas deniz kıyısındaki havaalanına 30 km kadar uzakta ve yüksek Avila dağının arkasında. Yol boyunca tropik bitki örtüsü ile kaplı bu dağın yamacından ilerledik ve şehre yaklaştıkça derme çatma kırmızı tuğladan yapılmış gecekonduları gördük. Soley’in ağzından gayri ihtiyari “Mamak” kelimesi çıktı, ben ne anlama geldiğini anlayamadım!

Otelimiz Altamira semtinde. Burasını daha çok güvenlik için seçtik. Çünkü şehrin daha ucuz otellerinin bulunduğu bölgelerde akşam karanlığına yakın pek dışarı çıkılmaması tavsiye ediliyor. Biz de şehri henüz tanımadığımızdan bu seçeneği değerlendirdik.
Otel odamıza yerleşip biraz dinlendikten sonra çevreyi keşfe çıktığımızda saat 5’i geçiyordu. 27-28 derecelik bir sıcaklık vardı. Meydandaki hareketliliği bir süre izledik, ara sokaklara daldık. Ne kıyafetimiz ne de tipimiz bizi çevremizdeki insanlardan ayırmıyordu. Kalabalığın içine karıştık. Bir markete uğrayıp su aldık, bu sırada akşam alışverişindeki Caracas’lıları izledik. Artık hava kararmıştı. Lonely Planet’in tavsiyesi ocakbaşı lokantasında yediğimiz kömür ateşinde kızarmış tavuklar çok lezzetliydi. Yanında patates yerine yukka kökü ve kızarmış muz vardı.
Perşembe günü ilk işimiz arkadaşımız Gökhan’ın bir tanıdığı olan seyahat acentesine gitmek oldu. Burada para bozdurmamıza yardımcı olacaklardı. Beklediğimiz gibi daha iyi bir kurla ( 1 dolar=5 bolivar) bize epey yetecek bir miktar para bozdurduk. Bugün yağan tropik yağmur pek uzun sürmedi ve şartlarda bir değişiklik de yapmadı.
Caracas’ın merkezini bir sonraki gün keşfettik. İnsanların hayatı açık alanlarda yaşadığı, birbirleriyle meydanlarda, kafelerde bir araya geldiği tipik bir Latin Amerika ülkesiydi burası. Belki insanlar çantalarını biraz daha sıkı kavramış yürüyorlardı, ama bu da bize pek yabancı bir şey değildi. Bir de çevrede biraz fazla polis ve askere rastlıyorduk. Hatta birkaçınla muhatap bile olduk. Yüksekçe bir tepeden güzel bir Caracas manzarası fotoğrafı çekmemize eli silahlı bir nöbetçi izin vermedi. Neden sonra anladık ki fotoğrafını çekmek istediğimiz yer başkanlık sarayı imiş! Trafik polisleri de fotoğraflarının çekilmesinden pek hazzetmiyorlar, bunu da deneyimledik ayrıca.

Caracas metrosu kalabalık ama düzgündü. Ağzına kadar dolu trenler 2 dakika içerisinde boşalıyorlardı. İstanbul’dan alıştığımız daracık koridor, merdiven ve peronlar yoktu burada. Belli ki bilgili bir belediye ve mühendis ekibi tarafından planlanmış bir metro sistemi ile karşı karşıya idik. İnsanların vagonlara binerken sıraya girmesi ve vagon dolunca bir sonraki seferi beklemesi ise biraz tuhaftı doğrusu.

Yarın gece otobüs ile And dağlarındaki Merida kentine yola çıkıyoruz. Biletimizi “yataklı otobüs”lerden aldık. Merakla bekliyoruz.
Posted by Picasa

3 Şubat 2009 Salı

Seyahat başlıyor

4 Şubat- 18 Mart 2009 tarihleri arasında gerçekleştireceğim Venezuela gezimi burada anlatıyor olacağım..