16 Mart 2009 Pazartesi

Karayip Esintisi

Karayip’lerde olmak dünyanın her köşesinde bilinen klişeleri çağrıştırır. Diyelim ki haftaya İstanbul’a dönünce uzun zamandır görmediğimiz bir tanıdığa rast geleceğiz ve geçtiğimiz haftayı Karayip sahilinde geçirdiğimizi söyleyeceğiz. İlk söyleyeceği şey “Valla bu kriz döneminde en iyisini yapmışsınız!” olur. “Bu” kriz dönemi söyleminin felsefi açılımını daha sonraya bırakarak Karayiplere dönelim biz şimdilik.

Cam göbeği berrak sular, palmiyelerin gölgesi, buzlu bardaklarda servis edilen kokteyller, uzaklardan gelen kalipso ritimleri ile şezlong ya da hamaklarda uzanmış, dertleri, tasaları geride bırakmış bir hayat, değil mi, Karayip’lerin çağrıştırdığı? Böyle olmasa insan rahatını bozup bu kadar yol zahmetini neden çeksin ki?



6 haftaya yakındır Venezuela’dayız. Bu kadar uzun bir süre evin ve alışılmış düzenin konforundan uzak, 2-3 günde bir kah otobüs, kah hurda sınıfından 74 model bir Chevrolet Nova ile 3-4 saatlik yolculuklarla o şehirden bu şehre atlayarak bu ülkeyi dolaşıyoruz. Karmakarışık otobüs terminallerini, tarifesiz taksiler ile pazarlığı, kalitesi ve konumunu önceden bilmediğimiz otel veya posadalarda gecelemeye alıştık. Artık bu ülkenin halkı gibi hareket edebiliyoruz. Alışmış olmanın verdiği rahatlıkla, Orinoco deltasındaki doğal ortamı arkamızda, biraz da istemeyerek bırakarak Venezuela’nın Karayipler sahilinde birkaç şehir ve kasabayı gezelim, bu havayı soluyalım dedik.



Kitle turizminin olmadığı, turizm altyapısının zayıf olduğu bu ülke aslında en çok da bu sebepten çekici bir hedef. Ama ortalama turist için ise ülke içi ulaşımın zahmetli olması, hizmet kalitesinin alışkın olduğu Prag-Viyana-Vendik-Barcelona turlarındakine pek benzememesi, şehirlerin pek de temiz olmayan görüntüsü ile Venezuela uzak bir ülke.

Biz ise artık bu iklime alışmış olmanın rahatlığı ile deltadaki son sabah keyfimizin ardından önce 2 saatlik bir nehir yolculuğu arkasından 3er saatlik dolmuş-taksi yolculuğu ile 400 km uzaklıktaki Karayip sahiline geliyoruz. Aklımızda bu sular için mevcut klişelerin hiç biri yok, çünkü artık Venezuela’yı tanıyoruz. Yaratılmış bir arzu olan konfor ihtiyacını hissetmeden de bu suların keyfini çıkaracağız.

Birkaç gün değişik şehir ve kasabalarda konakladıktan sonra 3 gün geçirmek üzere geldiğimiz Santa Fe balıkçı köyü Mochima Ulusal Parkı içinde. Bu sular doğal zenginlikleri ile tanınıyorlar ve sualtı meraklılarının sevdikleri köşelerden biri.. Bizim ise hedefimiz sadece havayı solumak ve denizden gelen esintiyi hissetmek.
Kaldığımız posadanın fiyatı gecelik 11 USD civarı. Köyün balıkçıları ise her sabah av dönüşünde 150 metre ilerdeki meydanda yakaladıkları balıkları aracılara satıyorlar. Çevre balık artıkları, su birikintileri, çöpler ve köpeklerle dolu. İnsanlar rahatsız olmadan bu doğal ortamda günlük işlerini görüyorlar. Her köşeden Latin ritimleri, yağda kızarmış empanada kokuları, gülen, eğlenen insan sesleri geliyor. Hijyen bağımlısı Avrupa insanı için pek rahat bir ortam değil.

Ama biz ortalama bir kumsalı olan bu köyde çok rahatız. Kumlar üzerine masa atmış kafede buz gibi papaya suyu ile kahvaltı ediyoruz,. Akşam çardak altındaki lokantasında bu yörenin en lezzetli balığı olan “catalana” yiyoruz. Etinin lezzeti biraz mercan, çipura karışımı gibi. Zaten kendi de mercana benziyor. Bir sabah motorlu sandal ile yarım saat ötedeki bir adaya gidiyoruz. Küçük kumsalında neredeyse tek başımıza bir gün geçiriyoruz, tabii ara sıra ziyaretimize gelen iri iguanaları saymazsak. Bu sevimli sürüngenler kim bilir kimleri dehşete uğratır, rüyalarına girerdi? Halbuki doğal ortamlarında onlarla olmak insana değişik bir güven duygusu veriyor.

Posadanın sahibi, 83 yaşındaki edebiyatçı Jose Vivas. Ara sıra onunla sohbet ediyoruz. Ülkesinin bu fakir, sakin ve güzel köşesinde olmaktan çok mutlu. Burada ne yapılır diye sorduğumuzda verdiği yanıt, burada hiçbir şey yapılmaz, denizi seyredersiniz, oluyor. Bizim de arzumuz buydu zaten. Karayiplerin ılık, nemli havası bizi içine çekiyor, insanoğlunun doğasında olan hiçbir şey yapmadan vakit geçirmeyi keşfediyoruz.
Varsın odamız karanlık, yataklarımız sert, havlularımız yırtık olsun; sıcak suyumuz olmasın, kumsalda yanımıza köpekler gelip otursun. Şehirli hayatımızda alışılan konforun ne kadar sanal olduğunu bir kez daha yaşıyoruz burada. Neşemiz ve gezme arzumuz daha da artıyor.


İstanbul’a dönüşte herkesin bizi “kriz” türküleri ile karşılayacağını biliyoruz, internet sağolsun!. Uzaklardan bakınca insan krizin nerede olduğunu daha iyi görebiliyor. Derinine inmeden, herkesin krizinin farklı olduğunu, kimininkinin kuyrukluyıldıza benzediğini ve dünyasına teğet geçtiğini, kimininkinin ise davetsiz misafir gibi evinin baş köşesine kurulduğunu görebiliyoruz.
Krizi kuyrukluyıldıza benzetenin şu 4,5 milyar yaşındaki dünyamızın 7 günde kurulduğuna, ve kendi atalarının birbirlerine Adem’ciğim, Havva’cığım diye seslendiklerine inandığını biliyoruz. Onun dünyasında krizler olmaz..
Krizi evinin baş köşesinde konuk eden ise aslında halinden memnun, çünkü bunu değiştirmek istemiyor.O bu dünyaya problem çözmek için geldiğini sanıyor ve “her krizi bir fırsat” olarak görüyor. Bu şekilde gelecek krizlere yatırım yapıyor bu günlerde.


Hikayelerimizi her şeye rağmen buraya kadar izleyebilenler için şu “küresel finansal krizin” Karayiplerden nasıl göründüğü hakkında hemen aşağıda küçük bir armağan videomuz var.

Şu anda bulunduğumuz Puerto La Cruz’un denizin yumuşaklığını getiren ılık rüzgarları ise bize çok iyi geldi. Acaba Brezilya’da hayat nasıldır diye de bir merak uyandırdı aynı zamanda. Ne de olsa ritimler benziyor birbirine!