1 Mart 2009 Pazar

Los Llanos’ta 4 Gün




Bir tarafta yükseklikleri 5000 metreye ulaşan sıradağlar ve yılın 7-8 ayı süren yağmur mevsimi, dağlardan doğuya doğru uzanan geniş düzlükler diğer tarafta. Bu birleşim Türkiye’nin neredeyse üçte ikisi büyüklüğünde bir alanı kaplayan Los Llanos’u (okunuşu Los Yanos) dünyanın en sulak bölgelerinden biri yapmış. 4 ay süren bu kuru mevsimde bile bu bölgede yüzlerce akarsu büyük Orinoco nehrine doğru su taşıyor.

Yağışlı mevsimde dev bir sulak alana dönüşen Los Llanos ilginç hayvanları ve dünyanın en çok çeşit kuşunun bulunduğu bölge olmasıyla da tanınıyor. Venezuela’nın “kovboy” bölgesi olarak büyükbaş hayvan yetiştiriciliğinin de merkezi. Çok düşük nüfus yoğunluğu, altyapının yaygın olmaması nedeniyle de şehirlilerin “doğa cenneti” olarak tanımladıkları yerlerden biri aynı zamanda. Bize göre ise “cennet” özelliği “uygarlığın” buraya pek ulaşmamış olması ile daha kolay açıklanabilir. Elektrik günde birkaç saat var, televizyon yok, internet bağlantısı, dolayısıyla Facebook ya da Messenger yok, cep telefonu yok, sıcak su yok… Var olanlar ise bunlardan daha fazla ve belki daha ilginçti doğrusu.

And dağlarının 1560 metre yükseklikteki Merida şehrinden 10 saatlik bir yolculuk ile vardığımız Ramon’un “çiftliği” birkaç basit tek katlı binadan oluşan bir yer. Ramon’un yüzlerce, belki de birkaç bin dönüm arazisi var, ama yine de buraların büyük toprak sahiplerinden değil. Birkaç yüz sığırı var, ve yırtık pantolon ile geziyor. Bu arazilerde büyükbaş hayvan yetiştiriciliğinden başka bir şey -iklim ve toprak yapısı nedeniyle- yapılamıyor. Binlerce kilometrekarelik bu arazilerin sahiplerini kendilerini doğa koruyucuları olarak görüyorlar. Gerçekten de dünyanın doğal bakımdan en değerli bölgelerinden biri Los Llanos. Kimi hato’lar (burada çiftliklere verilen ad) aynı zamanda konforlu birer otel gibi işlev görüyorlar ve kendi arazilerinde turlar düzenliyorlar.

Bizim Ramon ise tam bir kırsal bölge insanı, neşeli, rahat ve gamsız. 20 yaşlarındaki oğlu Juan Carlos ve başka bir genç arazideki gezilerde bize rehberlik yapıyorlar. Büyük bir pikap tipi kamyonetleri var, her sabah debriyaj arızası için altına yatıyorlar, daha sonra araziye çıkıyoruz.


İlk akşam vardığımızda tam günbatımı idi, yarı karanlıkta çevredeki hayvanların sesleri, havanın ılıklığı ve çevredeki dinginlik bize başka bir dünyaya geldiğimiz izlenimini verdi. Hamaklarımız sekizgen büyük bir oda içerisindeydi.


Bu odada bizimle birlikte buraya gelen bir Avusturyalı çift ile kalacaktık. Odada hamaklardan başka hiçbir şey yoktu. Hamakta uyumak konusunda eğer bugüne dek romantik bir hayalimiz varsa bu andan sonra hayal yerini gerçekliğe bırakacaktı. Çünkü hamaklar romantik hayalleri süslediği kadar rahat uyuma yerleri değil. Ama yine de günün yorgunluğu ile kendimizi hamağın içine bıraktık. Düz yatakta uyumaya alışkın bizler için zor bir ilk geceydi.












Aslında fena da uyumadık, ama sabaha karşı çıkan serinlik, pencerelerinde cam yerine sineklik bulunan odamıza dolunca üşüyerek uyandık. Üzerimize bir örtü gerektiğini anladık, ama Ramon’un yerinde herhangi bir örtü, çarşaf benzeri bir şey olmadığı gibi, havlu falan da yoktu. Bunları yanımızda getirmemiz gerekirdi, ama taşımak istememiştik.