9 Mart 2009 Pazartesi

Orinoco Deltasında 3 Gün

Orinoco nehrinin 200 km’ye yayılan deltasını bir gün görebilmek hangimizin çocukluk hayallerini süslerdi, bilemem. “Hayaller”i geride bıraktığımız bu gezide ise biz dünyanın en çok su taşıyan ikinci nehri olan Orinoco civarındayken henüz uygarlığımızın tam olarak ele geçiremediği deltasını kendi açımızdan keşfetmek için heyecanlıydık. G.Amerika kıtasının kuzey bölümünün neredeyse tüm sularını Atlas Okyanusuna taşıyan Orinoco’nun deltası Belçika büyüklüğünde (durağan ve sıkıcı Avrupa’yı anmadan edemedim!) bir alanı kaplıyor. 2150 km uzunluğundaki Orinoco denizden 150 km kadar önce 20 ana, 200 kadar da daha küçük kola ayrılarak bu geniş, ormanlarla kaplı deltayı oluşturuyor.

Deltada karayolu ile ulaşım çok kısıtlı. Ulaşım daha çok motorlu tekneler ile yapılıyor
Benzin neredeyse bedava olduğu için motorlar çok güçlü. Tekrar edeyim, benzinin 100 litresi 2 lira 20 kuruş!
Delta halkı sayıları 25.000 kadar olan bu toprakların yerli halkı Warao’lardan oluşuyor. Warao’lar. Yerliler, yani İspanyolca deyişiyle ile “indigenas”, bizim ise hala çağdışı söyleyişimizle “kızılderililer”, bu toprakların asıl eski insanları. Ne Warao’ların derileri kızıl, ne de tarihin herhangi bir döneminde Amerika kıtasında derisi “kızıl” olan bir halk yaşamış. Bu bize dünyanın “gringo” gözü ile tanıtılmasından kalan bir miras. Nitekim bundan 25 yıl önce bir başbakanımız Red Kit okumakla övünürken, bugünlerin dayısı bir başka başbakanımız gringo’lara danışmadan adımını atmıyor. Latin Amerika Türkiye’ye öyle uzak ki!

Birkaç gündür kaldığımız Ciudad Bolivar şehrinden dolmuş-taksi ile 200 km uzaktaki Tucupita şehrine geldik. Burada, nehir kıyısında, Ciudad Bolivar’dan ayarladığımız rehberimiz Robin bizi bekliyordu. Tur ücretini hemen oracıkta Robin’in eline tutuşturduk. O da bizim 3 günlük yiyecek içeceğimizi almak için markete koştu hemen. Bir süre sonra gerekli erzak ve de iki şişe iyisinden Venezuela romu ile geri döndü.
Robin’in teknesi 8 kişi kadar alabilen kayık irisi bir tekne. Ama arkasında 2 tane 40ar beygirlik motor var. Saatte 35-40 km yapması kesin. Tüm eşyalarımızı naylon torbalara sarıp tekneye yükledik. Hava kapalıydı ve yolda yağmur da atıştırmıştı. Ama bu başımıza gelecekleri tahmin edebilmemiz için yeterli değildi, sonradan anladık.

Teknede 4 sıra var. Biz öne oturduk, bizimler birlikte bu yolculukta bulunacak olan Alman çift ise arka sıramıza geçti. Tekne motorların gücüyle hemen hız kazandı ve sürati hissettik. 5-10 dakika geçmişti ki ilk yağmur damlaları başladı. Ilık havada ne güzel de yağıyor derken yağmur şiddetlendi. Ha şimdi durdu, duracak derken 2 saate yakın yağmur altında yol aldık ve teknenin sürati de azalmadı bu arada. Kalacağımız yere vardığımızda donumuza kadar birkaç kere ıslanacak kadar su yemiştik.
Yol boyu sağımız solumuz ormandı. Türlü çeşitli palmiyeler, iri yemyeşil yapraklı tanımadığımız ağaçlar, su içinde yüzen bitkiler ile şimdiye dek yaşamadığımız bir ortamdaydık artık.

Bizim gece konaklayacağımız odanın tavanı bambu ve palmiye yaprakları ile örtülü, cam yerine sineklik var. Yataklarımızın üzerinde ise cibinlik. Bol yağmur alan bu bölge haliyle sivrisinek ve benzeri yaratıklar ülkesi. Her ne kadar yanımıza muhtelif sinek kovucu aldıysak da cibinlik en iyi çözüm. Tuvaleti var ve bir hortumdan akan su ile duş da yapılabiliyor. Kalacağımız yer bir Warao ailesine ait. Ziyaretçiler için 6 odası var. Kendileri ise yüksek bambu tavanlı, 8x15 metre boyutlarında yeri taş döşeli alanda gece hamaklarını ve cibinliklerini kurup uyuyorlar, 3 metre yanlarında usul usul akan Orinoco’yu dinleyerek.

Saat 2 civarında “kampımıza” sırılsıklam varmıştık. Kuru giysiler giyip biraz dinlendikten sonra hafif bir yemek yedik ve tekrar tekne ile yola koyulduk. Nehrin bu bölgesinde irili ufaklı kanallara girip çıkarak dolaştık, suyun kenarında bir duvar gibi yükselen ormana hayranlıkla baktık, içlerinden gelen türlü hayvan seslerini dinledik. Su kıyısındaki yerleşimleri yakından gördük..

Warao’lar su üzerinde ahşap direkler üzerinde kurulu “ev”lerde yaşıyorlar. Bu “ev”ler dört tarafı açık, yüksek bambu çatılı geniş sundurmalar. Geceleri burada hamaklarını ya da yer yataklarını kuruyorlar, gündüzleri de burada yaşıyorlar. Hemen suyun üzerinde kurulu oldukları için sıcak hava ve ormanın neminden etkilenmeyen pratik yapılar.Bu insanların geleneksel besinleri ormandaki değişik bitki ve ağaç kökleri ile balıklar.




Ama “uygarlığın” buraya kadar ulaşması ile bildiğimiz tür yiyecekler de artık sofralarını süslüyor.








Elektrik günde birkaç saat jeneratörlerle sağlanıyor. Her evin motorlu bir teknesi var. Chavez’in reformları buralara kadar yolunu bulmuş, sadece deniz yolu ile ulaşılan bu yörelerde okul da var. Ama sağlık sorunları da “uygarlıkla” birlikte Warao’lara da ulaşmış. Modern hayatımızın virüs ve bakterilerine karşı bağışıklıkları pek yok, o yüzden bilhassa solunum yolu hastalıkları, verem vb. yaygın.

Akşam yemeği basitti, ama kocaman ve yüksek tavanlı yemek salonunda yemeğimizi solgun ışıklar altında yerken aldığımız lezzeti herhalde değme lüks ortamda alamazdık. Saat 9 gibi jeneratör kapanınca ormanın seslerini daha net dinleyebildik. Bambaşka bir duyguydu. Yorgun argın yattığımızda bu seslerin bir ninni gibi geldiğine çok kimse inanmayacaktır, ama gerçekten öyleydi. Çatlak sesli papağanlar, net ötüşlü tukanlar, uluyan maymunlar bizi uykuya uğurladılar. Sabaha karşı bizi uykumuzdan uyandıran da yine ormanın bu sesleri idi. Orinoco ise aynı sessizliğinde akmaya devam ediyordu.

Deltada yapılabilecek en zevkli şeylerden biri yağmur ormanının içine kano ile yapılacak gezinti. Gezinti tabii lafın gelişi, yoksa olayların gelişimi pek gezinti tarifine uymayacaktı bizim için. Tekne ile 1 saat ilerideki bir yerleşim yerine gitmiştik. Burada nehir boyuna sıralanmış 7-8 hane sanki bir köy oluşturuyordu. Hava güzel, bulutlar zaman zaman güneşi örtüyor, sıcağı fazla hissetmiyorduk. Tekneyi yanaştırıp çardağın altında gölgeye çekildik ve çevreyi izledik bir süre. Kadınlar çamaşır yıkıyor, çocuklar nehirde yüzüyor, ihtiyar bir usta çardağın çatısını bambu çubuklar ve kurumuş muz ağacı yaprakları ile onarıyordu.








Bir süre sonra İspanyolcası kıt bir genç bizi kanoya çağırdığında biraz tedirgindik. Ağaçtan oyulmuş bu eski kanoya dört kişi ve rehberimiz binecektik. Nasıl dengede duracağını da kestiremiyorduk. Eni 70 cm kadar olan bu kanonun 3 metre kadar da boyu vardı ve su hizasında gidecekti. Tedirgin bir şekilde birer birer bindik. Kano biz biner binmez su almaya başladı.






Küçük tahtalar üzerinde dizlerimizi iyice yukarı çekerek oturduk. Belli ki bu kanolar buraların nispeten ufak tefek insanlarına göreydi. üstelik bizimki anlaşılan ekonomik ömrünün de sonlarındaydı. Tahtanın aralarından sular giriyor, su giren deliklere daha önce yamalanmış olan kumaş parçaları işe yaramıyordu. Soley ve benim elime iki plastik kap tutuşturuldu ve biz bir yandan dengede durmaya çalışırken bir yandan da hızla kanoya dolan suları boşaltmaya başladık. Yanımızdan yüksek hızla geçen tekne olursa bunun dalgaları kanomuzun içindeydi. Tüm giysilerimiz sırılsıklam oldu. Benim çizmelerimin içi suyla doldu. Halbuki yerli rehberimiz çıplak ayak ve bir şortlaydı. Ortada bir tuhaflık olduğu çok açıktı. Ben de çıplak ayak ve şortla gelmediğime pişman oldum.
Batmamak için tüm gücümüzle suları boşaltarak 1 metre genişliğindeki bir kanaldan cangılın içine girdik. Sanki birden hamama girmiş gibi olduk, burası o kadar nemliydi. Bir yandan da sinekler uçuşmaya başladılar çevremizde. 500 metre kadar sessizce yol aldıktan sonra yanaştık ve balçığa çıktık. Sürekli yağan yağmurlar ormanın zeminini balçık haline getiriyor. Bu yüzden de çizmelerimize güveniyorduk. Önde rehberimiz ormanın içlerine doğru yürümeye başladık.
Hayatımızda ilk kez bir yağmur ormanının içinin nasıl olduğunu anlamaya başlıyorduk. Sessizlik, ağaçlardan damlayan sular, yerdeki örümcek ve diğer canlılar, ara sıra önümüzden uçan çok renkli kelebekler, iri böcekler ile hayran olunmayacak gibi değildi. Kullandığımız sinek kovarlara rağmen bazı haşarata yem olmaktan da kurtulamadık. Ormanın gerçeği böyle, ne yapalım? Bir süre sonra alıştık ve bu ortamın keyfini çıkardık. Sivrisineklere bile aldırmıyorduk neredeyse. Rehberimiz ormandaki değişik bitki ve ağaçların kullanım yerlerini anlattı bize. Elindeki geniş bıçak ile bitkileri yara yara ilerliyordu. Birkaç kez bataklığa gömülme tehlikesi atlattık.

Çizmelerimiz ve giysilerimiz balçık olmuştu. Rehberimiz kanoyu, yeni kumaşları aralık yerlere sokarak onardı ve gerçekten de dönüş yolumuzda kano daha az su aldı. Belki biz de tecrübe kazanmıştık biraz. Su seviyesinde kayar gibi hareket etmenin tadını çıkararak Warao’ların köyüne döndük. Burada iki saat geçirdik, hafif bir yemek yedik. Çamaşır yıkayan, balık ayıklayan kadınların fotoğraflarını çektik.














Gölgede dinlenirken buralarda alışıldığı gibi rom içtik. Çevredeki dinginlik keyif vericiydi. Hemen önümüzden nehir sessizce akıyor, arkamızdan kuş sesleri geliyor, ara sıra bilemediğimiz böcekler uçarak ziyaretimize geliyordu. Birden uygar dünyayı kasıp kavuran “ekonomik kriz” aklımıza geldi.Gülümsemeden edemedik. O kadar gerçek dışıydı ki.
İnsanlığın kendi yarattığı sorunları ne kadar büyük bir zevkle yaşadığının bir kez daha farkında olduk burada. “Uygarlık” dediğimiz şey sorunları önce yaratmak ve sonra da “çözmek” üzere kuruluydu. Deltadan ayrılırken arkamızda neyi bıraktığımızı çok iyi biliyorduk.